Birinci dünya savaşında İngilizlere esir düşmüş bir Osmanlı askeri savaştan sonra İstanbul’a gelmiş. Kuvayı Milliye’yi desteklemesine rağmen Anadolu’ya gitmemiş. Anılarında bunun nedenini şu şekilde açıklıyor: “Ölmekten korkmuyordum ama tekrar esir düşmekten korkuyordum.”
İnsanların esir hayatları ile ilgili çeşitli kitaplar okudum. Burada örnek gösterdiğim kitapların biri roman, diğerleri hatırat ve günlük şeklinde.
Nurullah Genç, dedesinin hayatından esinlenerek roman yazmış. Erzurum’un köyünde yaşayan dedesi, Ruslar tarafından esir alınıp götürülmüş. Rusya’da esir hayatı yaşadıktan sonra yurda dönmeyi başarmış. Gerçek olaylar üzerinden kurgulanan romanlar daha çok hoşuma gidiyor. Bu romanı da beğendim.
Birinci dünya savaşının başında, Osmanlı gemilerinin Rus limanlarını bombalamasına misilleme yapan Rus gemileri Zonguldak limanını bombalar. Geri dönerken Trabzon’a mal götüren 3 Osmanlı gemisini de batırırlar. Gemilerden kurtulanları denizden toplayıp esir alırlar ve Sibirya’ya götürürler. Hasan Basri Efendi, esir hayatında düzenli olarak günlük tutar. Günlükleri okurken hem yaşadıklarını hem de ruh halini gördüm. Sibirya’daki esirler için soğuk zaten en büyük problem. Gemi kaptan ve katipleri, rütbeli askerlerle birlikte ayrı bir yerde tutuluyorlar ve erlerle görüştürülmüyorlar. Erler çeşitli yerlerde çalıştırılırken rütbeliler hapis hayatı yaşıyor. Fakat onlara rütbesine göre maaş bağlanıyor. Bu sınırlı maaş ile yiyecek, giyecek gibi ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorlar. Günler geçmek bilmiyor. Memlekete mektup yazıp, cevap bekleyerek kendilerini avutuyorlar. Günlük formatı, olaylar olur olmaz yazıldığı için belki daha güvenilir ama tekrarlardan dolayı hem yazan için hem okuyan için biraz sıkıcı olduğu bir gerçek.
Sadiye Tutsak’ın kitabında Yunanlıların Uşak’ı işgal ettikleri zaman yaptıkları ve esirlerin durumu anlatılıyor. Bu kitaptan şu ana kadar hiç bilmediğim bir konuyu öğrendim. Yunanlılar, bazı savaş esiri olan askerlerin yanında sivil halktan da esir ettikleri kişileri Yunanistan’daki esir kamplarına götürmüşler. Kitapta bu şekilde esir alınan Uşaklı bir sivilin günlüğü de yer alıyor. Yılancızade Hasan Bey, Uşak’ın bazı diğer ileri gelenleri ile beraber önce İzmir’e oradan da Atina’ya gönderilip esir ediliyor. Kendilerine hiç bir açıklama yapılmıyor. Esir olduklarını Atina’daki kampta her birine numara verilince anlıyorlar. Çeşitli şehirlerden, ne kadar kişinin esir olarak Yunanistan’a götürüldüğü tam olarak bilinmiyor. Kamplarda sağ kalanların bir çoğu, Kurtuluş Savaşı sonrasında esir değişimi anlaşması ile Türkiye’ye dönüyorlar.
Adem Özköse ve Hamit Coşkun’un kitapları günümüz Suriye’si ile ilgili. Suriye’de yaşanan acılarla ilgili bir belgesel yapmak için kaçak yoldan Suriye’ye gidiyorlar. Fakat Baas rejimine esir düşüyorlar. Yaklaşık 2 ay Şam’daki bir hapishanede küçücük hücreler içinde esir hayatı yaşıyorlar. Türkiye’ye döndükten sonra her ikisi de yaşadıklarını ayrı ayrı kitaplaştırıyor. Hapishanede kalırken, oraya getirilen muhaliflerin yaşadıklarına da şahit oluyorlar. Okuduktan sonra Türkiye’ye sığınan Suriyelilere daha farklı bir gözle bakmaya başladım.
Esir olarak yaşamak çok zor. Yetersiz beslenme, yapılan işkenceler, yine yetersiz barınma ortamları pek çok kişinin bu şartlara dayanamayıp yaşamını yitirmesine yol açıyor. Sağ kalıp kurtulmayı başaranlar ya çeşitli hastalıklarla boğuşuyor veya psikolojik olarak etkisinden çıkamıyor.
Bu tür kitaplar okuyunca halimize şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum.